Sıfatlar hem sonradan edinilen hem de dışardan verilen isimlerdir. Bu sıfatları verenler de bir beşerdir ve o sıfatı almaya hakk kazanmak için birtakım şartlar öne süren de beşerin dayattığı yapay bir sistemdir. Beşerî bir oluşumun eseri olduğu için de yıkılmaya, bozulmaya ve bir gün yok olmaya mahkumdur. Hatta bazen insan, kazandığı sıfattan evvel gider. Sıfatını ve vasfını kendiyle götüremez, o unvanlar da bu dünyada kalır (arkada bırakılacaklar arasındadır).
Allah’ın bize verdiği en muazzam ve âlâ sıfatlar, esma’ül hüsna’sıdır. Allah, Adem’e boşuna isimleri öğretmedi. O öğretilen isimler ile Adem’i bir Mürşid olarak yetiştirdi ki Adem de Mürşid Rabb varlığıyla canları, O’nun isimlerini zikir ve muhabbetle öğreterek yetiştirir. Tıpkı Dost’un Aziz olması gibi can’ın da kendi ruhi varlığının bir ismi vardır ve o isimle şeteflendirecek olan, ismin sahibi Allah’tır. Allah’ın vereceği isme talip ve nail olmak için O’nun rızası doğrultusunda yaşam boyu tarik eylenmelidir.
O’nun bir isiminin, bizdeki inşası (vücut bulması) bir anlık değil ömürlüktür. Ömürlük olması; her nefeste ve her adımda, her gün ve gecede ne kadar çalışılması gerektiğine dair hayati bir önem taşır. Yani hayatın her aşamasında O’nun olması farzdır. Çünkü can, O’nun ismini taşıyarak O’nun varlığını temsil edecek. Dolayısıyla biz o can’da mürid ismini fiilen (hayatiyet noktasında) daim görmek isteriz ki O’nun isminin, canda sıfatlaşması ile kalıcı bir iz (tıpkı peygamberlik mührü gibi) taşıdığına kâni olalım.
Dışımızla (eş, evlat, mülk, makam) yokluğumuzu, içimizle (Hakk Dost ve O’nun ilahi aşk-ı muhabbeti) varlığımızı bildiririz. Hangi yönümüzle bilinmek istersek o yönümüzü öne çıkararak o doğrultuda kimliğimizi bildiririz. Lakin dış sıfat ve unvanların çokluğu, geçici ve süreli olmasıyla vazgeçilmez değildir.
Hakikatte O, varlığıyla içimizde yer alarak yokluğumuzu dolduran bir kıymettir. O’nun isimleri dahi O’nundur, bizde bulunması emanettir. O’nun verdiği isim, O’na döner. O ise dönüşü olmayandır (Bakiliğin ve ebediliğin sırrı). O yüzden manevi de olsa mertebe ve rütbe hırsına kapılıp amansız bir yarışa girilmemelidir. Her halükarda O’na, terk edileceklerin ötesinde terkin kendisini terk etmeden varılamayacağı unutulmamalıdır.