Bosna-Hersek ata yadigârı bir mücevher misali ışıldamakta… Zümrüt yeşili doğası, heybetli dağların koynunda akan safirden nehirleri, pırlanta insanları ile bezeli bir mücevher. Bu güzel diyar, Dostun bir arkeolog edasıyla üstündeki tozlarını süpürüp gizli hazinenin keşfedilmesine gebe. Çünkü Bosna güzel ve güzele hasret. Çektiği zulümler sonucu tozlanmış aynada ışıldamasa da aksi, derinlerde kıymeti gizli. Boşnaklara kim oldukları unutturulmaya çalışılsa da dimağlarına kazınan mesaj hala geri gelmenin bir yolunu bulmakta. Çünkü bu mesajın yolu sevgiden örülü. Bu mesaj, zamanlar üstü. Bu mesaj, tasavvuf…
Hem Anadolu’da hem Balkanlar’ın geri kalanında olduğu gibi, Bosna’da da İslâmî mesajın tohumları tasavvuf ile atılmıştı. Filizler öyle bir yeşillenmişti ki Boşnaklar akın akın İslâm dinine geçmişlerdi. Asırlarca barış ve hoşgörü olan bu topraklarda gün gelmiş her şey değişmişti. Hoşgörünün yerini nefret ve intikam almıştı. Hatta bu nefret soykırım yapacak hale gelmişti. Yapılan bu zulümler, savaşlar, katliamlarla nesiller şehit olmuştu. Olayın bir başka yüzü ise Boşnak halkının milli hafızasının aktarım zinciri hasar görmüştü. Arada kayıp bir nesil vardı ve gelecek kuşaklara aktarılamayan mesajlar. İkinci dalga olarak da bizi bizden çalan modernite eklenince pek çok şey gibi tasavvuf da unutulmaya yüz tuttu. Batının amacı da bu değil miydi zaten? Bize kim olduğumuzu unutturmak ve kendine benzetmek…
Tüm bu unutturma çabalarına rağmen güzel olan şu ki; son yıllarda Bosna’da tasavvuf yeniden filizleniyor. Yeni yeni tekkeler kuruluyor ve gençlerin ilgisine mazhar oluyor. Özellikle Nakşibendi tarikatı bölgede çok etkin konumda bulunuyor. Lakin bir gerçek var ki; Bosna’daki tüm kurumlarda görülen bocalama tasavvufta da kendini hissettiriyor. Gelenek ile bağların gevşemesinin getirdiği bazı usul kaymaları göze çarpıyor. Bu bağlamda meşrepler birbirinin içine geçmiş durumda. Her şeye rağmen Bosna’da hafıza tazeleniyor.
Bosna meşâyihinin başında Şeyh Sırrı Hacımeylik Efendi bulunuyor. Bizler de zâtı, Mostre’deki tekkesinde ziyaret ettik. Şeyh Efendi, Nakşibendi tarikatına mensup ve kırk senedir şeyhlik vazifesini sürdürüyor. Aynı zamanda imamlık da yapıyor. Şeyh Sırrı’nın silsilesi evlâdi olarak devam ediyor. Kendinden önce babası ve amcası da şeyhlik vazifesini ifa etmişler.
Tekke binası oldukça büyük ve bakımlı bir halde. Binası harpten sonra yenilenmiş. Yani mevcut tekke yirmi senelik. Tekkenin semahanesi beş yüz kişi alıyor. Bu semahanede perşembe akşamları Nakşibendi usulüne göre zikir yapılıyor. Aynı zamanda Teravih ve Bayram namazları da burada kılınıyor. Tekkenin 20 km ilerisinde de Şeyh Sırrı’dan önceki şeyhlerin (üç tane) türbeleri bulunuyor.
Şeyh Sırrı oldukça misafirperver bir zât. Bizleri kapıda karşılayıp, aynı şekilde kapıya kadar yolcu ediyor. İlerlemiş yaşına rağmen, bizlere tekkeyi bizzat kendisi gezdiriyor.
Tekkenin dokümanlarını, kendisinin eski fotoğraflarını bizlere tek tek gösteriyor ve hikâyelerini anlatıyor. Çat pat Türkçesi ile gönlümüzü alıyor doğrusu.
Bu hoş sohbet bizlere akıp giden zamanı unutturmuş ve vakit ilerlemişti. Aynı dili konuşamadan bu vakit nasıl geçmişti?
Derneğimizin Onursal Başkanı Muhterem Hasan Şükrü Yayıntaş Beyefendi, Dernek Başkanımız Saygıdeğer Sühendan Erdin Hanımefendi ve küçük grubumuzla tekkeden ayrılma vaktinin geldiğini anlıyoruz.
Söylemek gerekir ki esasen gönül dilini konuşanlar için dilin ne önemi var. Onlar ki tekkelerin içini gördükleri gibi bu beden kabrinin içini görürler. Hem de şeyh, mürşid, başkan gibi sıfatlara takılmadan…
Tuğçe KANAR