Ölüm her an ensemizdedir, tıpkı Allah’ın şah damarımızdan daha yakın olması gibidir..
Bundandır ki Allah, “Seninleyim” demektedir.
Her nerede isek O’ bizimle beraber olduğunu söyler. Allah’ın, Seninle birlikte olmasının mânâsı; ölmeden evvel ölürsen ruhunu teslim alacak olmasından ötürüdür..
Fakat görüyoruz ki ölmeden evvel iradesiyle ölmeyip eceliyle (irade dışı) ölenlerin ruhunu Azrail almaktadır. Yani ecelle ölmek bir nevi şunu gösterir; ruhunu Allah’a ulaştırmamış olanlarla Allah muhatap olmamaktadır. Çünkü ruhlarını Allah’a ulaştırmayı dilememişlerdir. Bu yüzden böylelerinin ruhunu teslim alması için Azrail’i vazifelendirmiştir..
Eceliyle ölenlerin ruhu teslim alınır fakat onların ruhu Hayy olsa da ruhları ile hayy’atiyet bulamayacaklardır. Bu tıpkı açılmamış bir hediye paketine benzemektedir..
Ruh, Allah’ın kuluna armağanıdır. Fakat kul armağanı almış olsa da onu hiç açmamıştır ve dolayısıyla kullanmamıştır (faydalanmamıştır). Bir ömrü böyle geçirip ölünce de o armağan olduğu gibi açılmamış hâliyle Allah’a geri döndürülür..
Armağanların bir amacı da hediye edeni hatırlatmasıdır. Bu hediyeyi bana O’ verdi, diyerek nereden, kimden geldiğini bilerek kullanmaktır..
İşte ruhun da amacı Hû’yu hatırlatmaktır ama bunun için de Hayy olan ruh ile hayy’at bulmak gerekir. İnsanın, ruhuyla beraber olması “Allah’ım Seninleyim” mânasını taşır..
Dönüşler O’nadır lakin marifet O’na dönmektir. O’na döndürülmek, akşam üzeri dükkan açmaya benzer yahut geç çıkılan bir yolculukta gidilecek istikamete vakitlice varamamak gibidir. Hepsinden de acı olan, O’na dönmeyi istememiş olmaktır.
O’nu bir patron veya yönetici gibi resmî, yabancı, mesafeli görmek bir samimiyet (yakınlık) oluşturmayacaktır. O’nu Yâr, Dost, Arkadaş, Sevgili edinerek muhabbetle yakînleşenlerin sevgisi ve aşk’ı arttıkça O’na dönme (kavuşma hasreti) arzusu da kuvvetlenir..
“Ben yokum” hakikati bir ölüm fermanıdır. Ölümlü olmak, yok olmaktır. Yok olduğunu bilirsen ölümü yani yok olmayı bekleyebilir misin?
Ölüm üzerinden oluşan yokluk bilinciyle varlığa yöneliş söz konusu olur. Ölmeden evvel ölüm bilinci oluşmamışsa insan ben varım zannederek öleceği günün henüz gelmediğini sanır..
Ölümü tatmak, somut anlamda duyusal bir tadış değildir. Tatmaktan kasıt, hissetmektir. Yokluğu hissettirecek olan da varlıktır.
İnsan nasıl ölebilir/ölümü tadabilir?
Sorusunun cevabını en güzel ilâhi âşıklar (nebiler, resûller, evliyalar, erenler) vermektedir..
İlâhi idrak, daimi bir zikir ile kesintisiz bir yöneliş sergilendikçe ölüm vuku bulmaktadır. Çünkü her zikir, her aşk-ı muhabbet “Sen” dedirtir ki benim hiç olmadığım bu merhalede Senin varlığın, benim yokluğumdan (ölümümden) haber vermektedir..
Elçiler tebliğ ile, Mürşidler Hakk kelâmı ile, Kur’an ayetler ile ölümü tatmaya çağırmaktadır..
Ey can! Hakk’tan gelen tebliğ, kelâm ayetler üzerine tefekkür ederek ölümü tat ve muhabbetle (varlık elinden) ölüm şerbetini ikram et.
Mühim olan bedenin ölmesi değil, bedenin isteklerinin ölmesidir. Tıpkı yemeden içmeden kesilen âşık gibi, dünya süsü lezzetlerinden tat, zevk almayışı onu yaşayan bir ölü kılacaktır..
Bedenin bir kabir olduğu bilinci, bedenden çıkmayı gerektirir. Bedenle oyalananlar, kabirden çıkmamaları ile ölen ölülerdir..