Tasavvuf ve Cihad” başlıklı önceki yazımda –bu yazım bugüne kadar bu sitede yayınlanan yazılarım arasında en çok ilgi çekeni oldu- tasavvuf tarihinde beni cihadları ile etkileyen iki isimden ikincisinin İmam Şamil olduğuna işaret edip hakkında bir yazı yazma sözü vermiştim. Bu yazıyı yazmadan hemen önce bana ulaşan bir mesaj 4 Şubat’ın İmam Şamil’in 147. irtihal yıldönümü olduğunu hatırlatıyordu. Bunu da dikkate alarak söz verdiğim yazıyı daha fazla geciktirmeden, ülkemizin yeni şehidlerini ardı ardına uğurladığı şu günlerde unutulmaz mücahid İmam Şamil’i hatırlamak/hatırlatmak istedim.
Allah yolunda can feda etmenin ne olduğunu Kafkas ve Dağıstan dağlarına kazıyan İmam Şamil’in yolundan giderek bugün ülkemizin güney sınırlarında bayrak ve vatan için kan döküp can vererek kara toprağa düşen tunç yürekli Mehmedciklerimizi de bu vesile ile yâd etmiş olalım. “Allah’ın cihad ordusu” olan Türk milletinin tarihi hep böyle yazıldı ve anlaşılıyor ki, böyle de yazılmaya devam edecek. Bir imtihan dünyası olan bu fanî dünyadan bir şehid olarak çıkmanın anlamını kavrayabilmek için İmam Şamil’in hayatından alınacak çok ders vardır.
***
1797’de Dağıstan’ın Gimri avulunda doğan Şamil’in babası bölge halklarından Avar Türklerine mensup Denga Muhammed’dir. 15 yaşında iken at binerek kılıç kuşandı. 20 yaşına geldiğinde iki metreye varan boyu ile atlama, atıcılık, güreş, koşu, kılıç kullanmada üstün yetenek sahibi olmuştu.
Şamil zahiri öğrenimine bölgenin önde gelen âlimlerinden Said Harakanî’nin yanında başlamış ve batınî/tasavvufî eğitimini ise, Cemaleddin Gazikumuki’nin gözetiminde tamamlamıştır. Hanımlarından Zahidat, ünlü Nakşî şeyhi Cemaleddin Gazikumuki’nin kızı olduğundan intisab ettiği mürşidinin damadı da olmuştu.
Kendisinden önce Dağıstan’ın siyasi ve idari liderliği anlamındaki “İmamet” makamında bulunan Gazi Muhammed ve Hamzat Beg’in istişare heyetinin önde gelen bir üyesiydi. Son derece sade ve kanaatkâr bir hayatı vardı. Güçlü hitabeti, kararlı tutumu ve askeri dehasıyla büyük başarılar kazanmış, ünü kısa zamanda yayılarak, otoritesi Dağıstan’dan Güney Kafkasya ve Kuzey Batı Kafkasya’ya kadar tüm bölgede yaşayan geniş topluluklar tarafından kabul edilmiş; böylece o vakte kadar dağınık bir yapılanma içerisindeki tüm Kafkasya halklarının geleceğini askeri yönden olduğu kadar kültürel ve sosyal yönlerden de etkilemeyi başarmıştır.
1829 yılında İmam Gazi Muhammed, mürşidi Kuralı Muhammed’in kendisine verdiği “Kulun emrine değil Allah’ın emrine uyarak Ruslara karşı cihada başlaması” talimatıyla Kafkasya’da Rus işgalcilere karşı cihad bayrağını, kaldırmıştı. Gazi Muhammed’in ardından emir seçilen Hamzat iki yıl sonra 19 Eylül 1834’de 45 yaşında iken şehid edilince Gazi Muhammed’in rüyasında gördüğü gibi o sırada 37 yaşında olan Şeyh Şamil 2 Ekim 1834’de cihad emirliğine seçilmiştir.
Emir seçilmesi sırasında bir konuşma yapan İmam Şamil: “İmamlığı yalnız şu şartıma mutlak suretle uyacağınıza söz verirseniz kabul ederim: Son derece şiddetli
hareket edeceğim. Bu celâle tahammül edeceğinize ve asla şikâyetlenmeyeceğinize söz veriyor musunuz?” Bu soruya bütün müridler “Önümüze atalarımızın mezarı çıksa, son oğlumuz düşman elinde kalsa yine senin emrinden çıkmayız” diyerek biat ettiler ve Şeyh Şamil’in kanlı mücadelelerle geçecek İmamlık dönemi başladı. Şamil, İmam yani devlet başkanı seçildikten sonra ilk iş olarak bölgenin dâhilî işlerini düzenledi. Ruslara karşı daha etkili savaşmak için gerekli idari ve askeri teşkilatları kendi belirlediği kurallara göre yeniden oluşturdu. Bir taraftan askeri tedbirler alıp düşmana karşı savunma savaşları verirken, diğer taraftan da düzenli adlî ve idarî devlet mekanizmalarını geliştirdi. Böylece idari olarak o zamana kadar görülmemiş bir hiyerarşi oluşturuldu. Bu hiyerarşinin orijinal bir tarafı ise bölgelerde görevlendirilen naiblerin aynı zamanda Şamil’in tasavvufi anlamda birer vekili olmalarıdır.
Şamil, emir seçildiği 1834 yılından 1859 yılına kadar Ruslar ile Dağıstan’ın dört bir köşesinde savaştı. Şeyh Şamil ve müridleri teknik bakımdan kıyaslanamaz derecede güçlü ve 250 bin kişiye kadar ulaşan kalabalık Rus ordusuna karşı yılmadan, kahramanca çarpıştılar. 25 yıl aralıksız süren bu dehşet verici ve kanlı çarpışmalarda sadece iki tarafın insan kaybı söz konusu değildir. Ruslar, ancak aylar süren kuşatmalar sonunda işgal edebildikleri bölgelerde, adeta hınçlarını alırcasına kaleler yanında köyleri, değirmenleri hatta ormanları yakıp, neredeyse tek bir canlı yaratık bırakmaksızın ilerliyorlardı. Şamil birlikleri son direnme noktası olan Gunib Dağı’na çekildiklerinde yanında sadece dört yüz mücahidi kalmıştı; Gunib dağında süren çetin günlerde bu sayı yüz kişiye kadar indi.
Başta Osmanlı olmak üzere hiçbir ülkeden, en ufak bir yardım göremeyen İmam Şamil’in, Dağıstan’daki ulemanın tavsiyesi ile artık bir avuç kalan son müridlerin de hayatlarını kaybetmesini istemediğinden ve zaten elindeki bütün insan kaynakları tükendiğinden teslim olmaktan başka çaresi kalmamıştır. 1859’un 6 Eylül’ünde Gunib’te Prens Baryatinsky komutasındaki 70.000 kişilik Rus ordusuna, yanında birkaç yüz kişi kalıncaya kadar direndikten sonra başta ailece Türk topraklarına gitmelerine izin verilmesi olmak üzere bazı şartlarla teslim olur. Şamil ve ailesine esaret çok ağır gelir. 63 yaşında esir düşen ve esaretinin Kaluga’da geçen ilk üç yılında manevi yönden büyük sıkıntılar çeken Şeyh Şamil’in o güne kadar ağarmamış ola saç ve sakalı tamamen bembeyaz hale gelmişti. Sıkıntı içindeki aile fertlerinden büyük kızı Nefisat ile gelini Muhammed Gazi’nin karısı Kerimat vereme yakalanarak ölürler ve bu ölümlerle tüm Şamil ailesi hüzne gark olur.
Türk topraklarına gitmelerine izin verileceği sözü ile teslim olan Şamil’e verilen bu söz, uzun süre unutulmuş ve Şeyh Şamil’in Kaluga’daki esareti 10 yıl kadar sürmüştür. 10 yıl sonra Kaluga’dan Kiev’e nakledilen Şeyh Şamil, görüştüğü Çar II. Aleksandr’dan Hac’ca gitmek üzere Osmanlı ülkesine gönderilmesini rica eder. Çar, bir tedbir olarak oğulları Gazi Muhammed ile Muhammed Şafi’yi rehin bırakması ve Hacc’ı ifa ettikten sonra derhal Rusya’ya dönmesi şartıyla bu isteğini kabul eder.
1870 yılında bir Rus gemisiyle Kaluga’dan ayrılarak maiyetindekilerle İstanbul’a gelen Şeyh Şamil Kabataş iskelesinden bir saltanat kayığı ile alınarak devrin hükümdarı Sultan Abdulaziz tarafından karşılandığı Dolmabahçe sarayında ağırlanır. Şamil’in İstanbul’a indiği haberi duyulduğunda büyük bir heyecan dalgası ile yerin yerinden oynadığı ve tüm İstanbul halkının uzaktan uzağa kahramanlık destanlarını işittikleri Şamil’i görebilmek için saray kapılarına akın ettiği rivayet edilir.
Abdulaziz Han’ın büyük iltifatlarıyla karşılaşan Şeyh Şamil, Sultan’a kendisi ve ailesi için hiçbir maddi isteği olmadığını ancak Mekke ve Medine’yi ziyaret maksadıyla Hicaz’a gitmelerinin sağlanmasını söylemiştir. Şamil, aşkına düştüğü son menzile, Kâbe-i Muazzama’ya bir an evvel varmak için Sultan Abdulaziz’in kendisine tahsis ettiği gemi ile yola koyulur.
Deniz yolundan Hicaz’a doğru yola çıkan Şeyh Şamil ve ailesi gemi ile Mısır’a uğramışlar ve burada Mısır Hıdivi İsmail Paşa tarafından bir süre misafir edilmişlerdir. Bu misafirlik sırasında Şeyh Şamil Cezayir bağımsızlık tarihinin unutulmaz mücahidi Kadiriyye tarikatının önde gelen simalarından Emir Abdulkadir ile tanışır. Böylece 19. yüzyıl boyunca biri Kafkasya’da, diğeri Cezayir’de cihad tarihine altın sayfalar ekleyen iki mürşid ve mücahid buluşmuş olurlar.
Mısır’da bir ay kadar süren misafirlikten sonra Kızıldeniz yoluyla Arabistan’ın Cidde limanına gelen Şeyh Şamil ve yanındakiler, Cidde limanında başta Mekke emiri Şerif Abdullah olmak üzere Hicaz’ın önde gelenleri ve mahşeri bir kalabalık tarafından törenlerle karşılanırlar ve Mekke’ye getirilirler. Mekke’de Rasulullah Efendimiz (s.a.v.)’in soyundan insanlara tahsis edilmekte olan şeref dairesinde misafir edilirler. O yıl Hacc-ı Ekber olduğu için normale göre daha fazla sayıda olan ve dünyanın dört bir yanından gelmiş yaklaşık yüzbin kişi olarak tahmin edilen hacılar Kâbe’yi ziyareti sırasında İslam âleminin her yanına yayılan ününü işittikleri ve Hac sırasında orada bulunduğunu duydukları bu büyük mücahidi görmek isteyince izdiham ortaya çıkar. Bu izdihamı gidermek isteyen yerel otoriteler tarafından, Şeyh Şamil Kâbe’nin çatısına çıkarılarak bütün hacıların kendisini görmesi sağlandı ve coşkulu kalabalığın arzusu tatmin edilebildi. Şeyh Şamil’e nasib olan bu büyük mazhariyet Allah rızası için otuz beş yıl aralıksız süren cihadın bedeli olmasa bile Kâbe avlusunu dolduran bütün müslümanları büyük bir vecde sürüklemiştir.
Hac farizasını yerine getirdikten sonra Mekke’den Medine’ye geçen Şeyh Şamil, Peygamberimiz (s.a.v.)’in soyundan gelen Hz. Pir Seyyid Ahmed er-Rufâî evladına vakfedilen Rufâîyye dergâhında misafir edilmiş ve büyükdedesi ile aynı ismi taşıyan şeyh ve müridleri tarafından ağırlanmışlardır. Medine’ye geldiği gün Ravza-i Mutahhara’da Rasulullah(s.a.v.)’in ayakucunda, yanında bulunan 70 Kafkas mücahidi ile saf tutan Şeyh Şamil ömrünün son demlerinde manevi huzuruna geldiği Peygamber’i(s.a.v.)’ne kavuşmuştu.
Şeyh Şamil’in bu ziyaretinin makbul oluşuna şahid olan bir rivayete göre Şamil’in Medine’ye geldiği günlerde Peygamber (s.a.v.) soyundan gelen en yaşlı seyyid ve şerif olan zat bir rüya görür. Rüyasında Peygamberimiz (s.a.v.) onlarca kuşaktan bu torununa: “Oraya gelen büyüğünüz ve saygıya layık konuğunuz Şamil’dir. Kendisine hürmet ve hizmette kusur eylemeyin! “ buyurur.
Bu rüya üzerine Peygamber (s.a.v.) soyunun yatağından çıkamayacak derecede yaşlanmış olan bu büyüğü derhal yerinden kalkarak Şamil’i ziyaret etmek ister ve Şamil’in yanına gelir gelmez ellerine sarılır ve rüyasını anlatır.
Artık ömrünün son demlerine geldiğini hisseden İmam Şamil Medine günlerinde son derece takatten düşer, çektiği büyük ızdırap artık tahammül edilmez bir hal alır ve hastalanarak yatağa düşer. Rusya’da rehin bulunan oğullarından birinin aile fertlerine sahip çıkmak üzere Medine’ye gelmesinin sağlanmasını Osmanlı Sultanı’ndan rica eder ve oğlu Gazi Muhammed yapılan girişimler sonrasında Hicaz’a doğru yola çıkar. Bu sırada iyice rahatsızlanan Şeyh Şamil’in son anlarında başında misafiri olduğu dergâhın şeyhi Ahmed er-Rufâî ve Şeyh Şamil’in o sırada henüz 7 yaşında bulunan küçük oğlu
Muhammed Kamil bulunmaktaydı. Şeyh Ahmed er-Rufâî, Şamil’in son anlarında olduğunun farkındadır ve O’na Kelime-i Tevhid’i telkin eder.
Kelime-i Tevhid için otuz beş yıl gaza meydanlarında vücudunun çeşitli yerlerinden on yedi kılıç yarası alan Şeyh Şamil son bir gayret ile sağ parmağını kaldırarak Kelime-i Şehadet getirir ve ruhunu Rabb’ine teslim eder. Bütün hayatını ülkesinin bağımsızlığına adayan, askerî dehasını ve kahramanlığını bütün dünyaya ve aman vermediği düşmanlarına dahi kabul ettiren, adını dünya tarihine “gelmiş geçmiş en büyük direniş lideri” olarak yazdıran İmam Şamil 4 Şubat 1871’de 74 yaşında iken hayata gözlerini yumar.
Ertesi gün ailesinden yanında bulunanların son defa babalarını gördüğü sırada Şamil’in gaza meydanlarında aldığı yaralarla süslü bedenini yıkayıp teçhiz ve tekfin edecek olan şeyh Ahmed er-Rufâî, Şamil’in daha küçük bir çocuk olan oğlu Muhammed Kamil’i babasının yanına götürerek şunları söyler: “Oğlum babanın mübarek elini kokla!..” Ve çocuk babasının cansız elini öperken sözlerini şöyle sürdürür: “Duyduğun koku ancak şehidlik mertebesine erenlerde ortaya çıkan mübarek bir kokudur. Bil ki baban kutlu şehidler kafilesinin sancaktarlarındandır.”
Kafkasya’da Dağıstan’ın Gimri avulundaki bir dağ evinde başlayan, onlarca kez ölümle karşılaşan ve bütünüyle Allah yoluna adanan bir ömrün Peygamber (s.a.v.)’in makamı olan Medine’de sona ermesi ancak Şeyh Şamil’e lütfolunan bir ayrıcalıktı. Şeyh Şamil, Peygamber Mescidi’nde kılınan namazdan sonra Cennet’ül Baki kabristanında Peygamberimiz (s.a.v.)’in sevgili kızı Hz. Fatımatü’z-Zehra, torunu Hz. Hasan ile bazı eşlerinin defnedildiği bölgede toprağa verilir.
Artık destanlaşmış olan hayatı, savaşları, sözleri ve hayata geçirdiği ilkeleri ile İmam Şamil bugün de Kafkasya ve Dağıstan’da dipdiri olarak yaşamaktadır. Allah yoluna adanmış ve bu adanmışlığı ölümle defalarca sınanmış bir mücahidin nasıl ölümsüz hale geleceğini anlamak isteyenler Şamil’in hayatını tekrar tekrar okumalıdırlar.
Şeyh Şamil’in bugünkü ve yarınki Kafkasyalılara asırlardır nasıl yol gösterdiğini anlatan şu birkaç sözü bile size bir fikir verecektir:
“Arkadaşını affet; affettiğini hatırlatma ve hatırlama!..”
“Allah güçlülerin başaramadığını bir zayıfa başartmaya kadirdir”
“Allah ile açık olsun-gizli olsun ilişkiniz edeb üzerine olmalıdır.”
“İnsanların en soylusu Allah’tan en çok sakınandır.”
“Şehid ruhları yeşil kuşkanatları üzerinde Allah’a ulaşır. Allah yolunda kan dökünüz, yurdumuz için ölünüz ve şehid olmaya koşunuz!..”
“Torunlarınıza bırakacağınız en büyük miras tevhid için savaşmak ve Allah kelamını yayma yolunda can vermeyi öğretmek olacaktır.”
“Torunlarımız cihad günlerinde kuyruk değil baş olmalıdır.”
“Allah’ın verdiği nimetlerle günah ve kötülük yolunda güç kazanmak ne kötüdür”
“Allah’a giden yollar gökteki yıldızlardan daha çoktur ve ben o yollardan birisine talibim”
“Bir mürşide bağlanırken ondan keramet beklemeyin; şeriata bağlı olduğunu ve hak yolda yürüdüğünü görmeniz yeterlidir.”
“Ölümümüz bizi Allah’a kavuşturacağı için kutludur. Dünyaya geldik, Hakk’ın eserlerini gördük, gönülden vurulduk; emirlerindeki hikmete inandık. Hakk’a kavuşmamız olan ölümü de gönülden özlemeliyiz. Müslüman için bir vuslat ve mutluluk anı olan ölüm ancak kâfirler için gerçek bir azaptır.”
Ruhu şad olsun.