Peygamberler ve Mürşid’lerin her kelâmında Allah’a davet vardır.
Bilinç boyutunda nerede ikamet ediyorlarsa oraya icabet etmemizi dilerler.
Muhammedî Mürşid varlığının içinde tüm boyutlar (isimler) saklıdır.
Peygamber isimleri ve isimlerin içindeki Resul, Nebi, elçi gibi sıfatları (kodlamaları) Allah’a karışmadan ortaya çıkmaz.
Peygamber ya da Mürşid’e tabi olanlarda da bu hâl, bu bilinç, mutlak surette açılıp ayan olmaktadır.
Kim ki Allah’ın davetini alıp kendinde kapattı, yani susup alemini cezbetmedi, Rabbani yönünü kapatmış olur.
Ve o kişide başka ilahlar göze çarpmaya başlar.
Muhammedî tarikin yolu vermekten geçer, kendinde azalıp bitmeden bu yol bu erkan içselleşmez. Varlık, maddesel yükün altında olanı kabul etmez, bir nevi mezarının içinde ölü misali sûr’u bekler de, duyduğunu işitmez.
İşitmenin zorluğu dünyaya kulak vermek ve alemin gözümüzü perdeleyerek aldanmış olmamızdandır, adeta madde olmadan nasıl yaşarım demekteyiz ve kulağımızdan üflenen sûr’u gönülden işitmemekteyiz.
Hâl böyle olunca kişi aldığı tebliği sekteye uğratır. Çünkü işitmeye engel şey’ler kişiyi oyalamaktadır. “Bu dünya bir oyun yeridir” ayetini bilir de yinede kendi kendimizi madde ile kandırırız. Alemi, İ’nsan için yaratan Varlığa “benim malım”, “benim canım”, der maddeyi yolunda harcayamayız, madde harcanmayan canımızı nasıl kurb’an adayacağız?
Zann’edilir ki görünmeyen gökteki Allah inip ondan malını Ben’im yoluma harca diyecek, Allah bütün isimlerini bedenlemiştir de, kişi bunu idrak edemez. Sanırız ki o çağrıyı veren davet eden zahir bir isim cisimdir. Mürşid’im der de buna rağmen Mürşid’ini, Rabb kim’liğini içimizde işitip akl’edemeyiz.
Allah’ın varlığında yok olmak tevekkül içinde olmaktır. Allah’a güvenmeyen malından medet umandır. Kişi yine bu durumda tebliğ yapamaz, tebliğde üstümüzdeki tüm maddesel yükleri esas mülkün sahibine, O’nun yoluna, bir nevi hayy’dan hu’ya teslim gereklidir. Üstünde mal mülk olan kişi nasıl tebliğin duyurusunu ve yönlendirmesini yapabilir, bu mümkün değildir. İlk evvel kendisi O’nda yok’olmalıdır ki, yaptığı ve söylediği bir’bir’ini tutsun.
Fakat görünenle kendimizi kandırmış, varlığın Aşk’ını, muhabbetini işitmek bir yana, kimilerinin duymaya bile tahammülü kalmamıştır. Orada oluş amacı dahi fitne ile ortamı karıştırmak, aldığı bozgunculuk tohumlarını varlığın içine serpiştirmektir. Bu kişiler tıpkı Muhammedî dönem gibi bir nevi Muhammedî bir’liği bozmaya çalışmakta olup yine nihai sonu hüsrana uğrayanlardır.
Asr-ı Saadet bu örnekler ve tasvirlerle doludur, Saadet dönemi fitnecilerin varlığından bu ismi almıştır.
O’nun Hakk’ikat nur’u her şey’e rağmen alemi Rahman ve Rahim varlığıyla kuşatmıştır.
Kur’an’da adı “münafık” olarak geçen tür, Muhammedî varlığın tebliğini tenkit ile fitneneleyerek çevresindeki yöneliş sergileyenleri kendi düşük bilincinde tutmaya çalışmışlardır.
Maddesel korkuyu empoze edip, (“Muhammed sizi kandırıyor” diyecek kadar dahi ileri gidilmiştir,) kişileri Hakk Aşk’ı yolundan saptırmaya uğraşmışlardır.
Aşk’ın çağrısında gizlenen nasibini görmezden gelip, görmek dileyenlerinde düşüncesine fitne tohumu ekmişlerdir.
Oysa ki Aşk bütün perdeleri kaldıran tek oluşumdur. Maddi manevi ihtiyaçlarını gideren tek kaynaktır.
Varlığa duyulan Aşk, manevi tariki başlattığı gibi maddesel tarikide nizamın düzenine koyandır. Varlığa maddesellik üzerinden başlayan yöneliş, yavaş yavaş maddeden fikri ve düşünsel olarak kopmaya ve mânâya çekilmeye cezbedilmektedir.
Bu çekiliş, tüm maddesel ihtiyaçlarımızın boşluktan ibaret olduğunu hatırlatmış, Huzur’un Huzur’unda tek muhtaçlığımızın, içimizde bulduğumuz Rabbani yönümüz ile bağ’ışk’lık kurmaya meylettirmiştir.