Doyumsuz karınlar…
Aç kalmaya tahammül yok.
Gözler açık ama karanlık.
Baksan parlak sanırsın oysa içi ne boş…
İnsanoğlu…
Sen ne muhteşem varlıksın dünyanın bir noktasında. Her nokta bir varlık ve içi dolu dolu. Hem de canlı. Kıpır kıpır duygular noktayı görünür kılıyor. Lâkin aç karınlar noktayı da yutuyor hiçten başka bir şey kalmıyor.
Var olmak için hiç olmak gerek de sıfırla neyi çarparsan çarp sonuç sıfır. Yutan elemana can mı emanet edilir? Yanına bir değer koy ki katlansın gitgide.
Bir mağara hayatlar, hapsolmuş bedenler hakikatten bihaber kalpler… Ve hâlâ gördüğüm şey gerçek diyen ruhlar… Sen gerçekten gerçeği gördün mü?
Eşikte bir insan her gelene “Bak esas gerçek bu.” diyen saf bir hâl. Dilde değil gönülde bir hâl. Elinden tutar katlar kalbinin sayılarını. Katlandıkça sayı hiç değişmez içinde hep kendisi yer alır zaten. Verdikçe artar verdikçe artar.
Bir sızıdır mağaranın karanlığı. Platon anlatır; “Gölgeyi gerçek sanan ışığın kıymetini bilmez.”
Zincirlerinden kurtulursa insan dışarıdaki göz kamaştıran ışık kaynağını keşfeder. Seslerin gerçek kaynağını gözler. Bir de yansıyan cismini görür der ki “İşte bu SEN.” Geri dönüp anlatsa inanmayıp dinlemeyecekler ya da öldürecekler.
Niye vazgeçsin ki? Zorla dayatılanların aksine gerçeği neden anlatmasın? Karanlığa dönüp karartsın mı kalbini?
Bilen mükelleftir bildiğini söylemeye, yanlışa dur demeye. Karanlık bir çağın ışığı değil miydi ki “İslâm”? Mağarada Hz. Muhammed AS’a gelen emir “Haydi şimdi sen anlat!” değil miydi ki?
Boyun mu eğdi cehalete Yüce Sultan? Göğüs gerdi candan!
İnanmayan helak oldu mağarada kendi nefesini çekti durdu. Birçok koku duyacakken. Işığı bilmeyen zannetti karanlığı nefes, oysa yutan elemandı hisseden olmadı.
Niyâzî’yi sürdüler yinede inandığımdan vazgeçmem dedi. Kul olan hiç vazgeçmedi ân’dan.
Vazgeçmedim kul olmaya çalışmaktan anladım ki tek hakikat aşkmış gerisi lafügüzaf…